Aşk, kadına şiddeti paklar mı?
25 Kasım, Dünya genelinde Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak kabul ediliyor. Ancak toplum olarak, kadına yönelik şiddeti yalnızca bir kadın sorunu olarak değil, esasen bir erkek sorunu olarak ele almamız gerekiyor.
Kenan Özyiğit'in Yazısı...
25 Kasım, Dünya genelinde Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak kabul ediliyor.
Ancak toplum olarak, kadına yönelik şiddeti yalnızca bir kadın sorunu olarak değil, esasen bir erkek sorunu olarak ele almamız gerekiyor.
Sağlıklı bir toplum inşa etmenin öncelikli adımı, bu temel meseleyi çözmekten geçiyor. Şiddeti durdurma yöntemleri üzerinde çokça duruluyor, bu elbette önemli. Ama bugün başka bir noktaya, şiddetin arka planında yatan düşünce yapısına dikkat çekmek istiyorum.
Şiddetin nedenlerinden biri, aşka ve sevgiye yüklediğimiz anlamlarla yakından ilgili. Aşkı ve ilişkiyi bir “sahip olma” duygusu üzerinden tanımladığımızda, kaybetme korkusu insanları akıl almaz sonuçlara sürükleyebiliyor. Bu zihniyet, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde karşımıza çıkan üzücü hikâyelerin de temel kaynağı. Oysa sevginin anlamını dönüştürmek, ilişkileri ve toplumları da dönüştürebilir.
Bu noktada, hayatımda derin izler bırakmış bir filmden bahsetmek istiyorum: El Postino (Postacı). Michael Radford’un yönetmenliğini yaptığı ve 1994 yılında gösterime giren bu İtalyan filmi, Pablo Neruda’nın sürgün yıllarına dayanıyor. Film, aşkı ve insan hayatındaki anlamını naif ama bir o kadar güçlü bir şekilde ele alıyor.
1950’lerde İtalya’nın küçük bir sahil köyünde geçen hikâye, fakir bir balıkçı olan Mario Ruoppolo’nun, sürgündeki ünlü şair Pablo Neruda’yla tanışmasıyla başlıyor. Mario, Neruda’nın postacısı olarak çalışmaya başlarken, aralarındaki ilişki zamanla bir dostluğa dönüşüyor. Neruda’dan aşkı, hayatı ve şiiri öğrenen Mario, köyün güzeller güzeli Beatrice’ye olan aşkını ifade etmenin yollarını keşfediyor. Şiir, Mario’nun hem Beatrice’nin kalbini kazanmasını hem de kendi içindeki güzelliği fark etmesini sağlıyor.
Bu filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri, Neruda ve Mario arasında geçen şu diyalog:
Neruda: Benim şiirimle kızı baştan çıkarmışsın.
Mario: Senin yazdığın şiirle kızı baştan çıkardığım doğru. Ama o şiir sana ait değil.
Neruda: Benim yazdığım şiirin bana ait olmadığını mı söylüyorsun?
Mario: Evet. Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir.
Bu diyalog, aşkın ve sanatın sahiplenmekten çok, anlamak ve ihtiyaç duyana ulaşmakla ilgili olduğunu gösteriyor. Şiir, Neruda’nın değil; Mario’nun, Beatrice’nin, hatta sevgiyi anlamaya çalışan hepimizin. Sahip olmak yerine paylaşmayı, dönüştürmeyi, anlamayı öneriyor.
Massimo Troisi’nin Mario karakterine hayat verişi de filmin dokusuna ayrı bir güzellik katıyor. Troisi, kalp rahatsızlığına rağmen filmin çekimlerini tamamladıktan kısa bir süre sonra hayata veda etti. Tıpkı Mario gibi, sanatı ve duyguları uğruna kendisini adayan bir insan olarak hafızalarda yer etti.
Bu filmi bir kez daha hatırlatmak, bugün bizim için önemli. Şiddetin karşısına koyabileceğimiz en güçlü silah, sevgiyi ve anlayışı yaygınlaştırmaktır. Aşk, bir “sahip olma” hali değil; bir karşılıklı paylaşım ve büyüme sürecidir. Tıpkı El Postino’daki gibi, aşk ve sanat, insanları iyileştirebilir.
Bu şiddetten uzak ve daha sevgi dolu bir dünya hayali, yalnızca bir ütopya değil. Doğru anlamlarla, doğru adımlarla bu hayali gerçeğe dönüştürmek elimizde. Şimdi, Mario’nun şiirle yaptığı gibi, biz de sevginin gücünü paylaşmanın yollarını arayalım.